Önde gelen katılımcılar
Prof. Dr. Nadiye Mustafa: Kahire Üniversitesi İktisat ve Siyasal Bilimler Fakültesinde uluslararası ilişkiler öğretim üyesi.
Dr. Abdulaziz Kâmil: Yazar, düşünür ve Kral Suud Üniversitesi eski öğretim üyesi.
Müsteşar Muhammed Naci Derbâle: Mısır Yargıtay’ı Eski Başkan Yardımcısı ve 2012 Mısır Anayasası Kurucu Meclisi üyesi.
Dr. Şerif Abdurrahman: Kahire Üniversitesi İktisat ve Siyasal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi.
Prof. Dr. Ahmet et-Tihâmî: İskenderiye Üniversitesi İktisadi Araştırmalar ve Siyasal Bilimler Fakültesinde siyasal bilimler öğretim üyesi.
Müsteşar Dr. Muhammed Vefik Zeynülabidin: Mısır yargısında eski hâkim ve Uluslararası Beşerî ve Sosyal Bilimler Enstitüsü müdürü.
Hasan er-Reşîdî: Kahire merkezli Arap İnsanî Araştırmaları Merkezi müdürü ve Merkezin yayınladığı “Stratejik Rapor”un genel yayın yönetmeni.
Mithat Mahir: Medeniyet Araştırma Merkezi Müdürü ve Kahire Üniversitesi İktisat ve Siyasal Bilimler Fakültesinde siyasi düşünce alanında doktora araştırmacısı.
Dr. Huriye Mustafa: Kahire Üniversitesi Yüksek Afrika Araştırmaları Fakültesinde kültürel antropoloji bölümü öğretim üyesi.
Şeyma Bahâüddin: Medeniyet Araştırma Merkezi’nde siyaset bilimi alanında araştırmacısı.
Hazırlayan: Muhammed Cemal Ali
Erkan Araştırma ve Yayın Merkezi araştırma faaliyetlerinin ilki olarak Ocak 2018’de altı gün boyunca, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra İslam dünyasının şahit olduğu iktidardaki siyasî İslam akımlarının deneyimlerine dair araştırma projesi kapsamında Merkezdeki bazı araştırmacıların hazırladığı tebliğleri tartışmak üzere bazı araştırmacı mütefekkir, akademisyen ve araştırmacıların katılımıyla bir seminer düzenledi. Seminer, bu deneyimleri değerlendirme vizyonuna ulaşmak, bu akımların çağdaş dünyada “iktidar”, “devlet” ve “kamuoyu yönetimi politikalarında” “İslamî” referansın uygulanmasında sunduğu örnekleri keşfetmek, bu deneyimlerin neyi başarmak istediğini, gerçekte neye ulaşabildiğini, geçmiş deneyimler ışığında gelecekte neye ulaşmaya çalışacağını ve çeşitli deneyimler arasındaki otak noktaları ve farklı unsurları göstermeyi amaçlamaktadır.
Birinci gün Dr. Nadiya Mustafa, İslamcıların modern devlet yönetimindeki deneyimleriyle ilişkili en önemli fikrî problemleri ortaya attı. Bu problemler, dinî olan ve siyasî olan arasındaki ilişki, davaya ait olan ile siyasî olan arasındaki ilişki, İslamî idarenin çoğulculuğu yönetmesi ve onunla etkileşimi meselesi, İslamî hareketler ile toplumlar arasındaki ilişki, İslamcıların bu toplumlarda İslamî değerleri tesis etme algısı gibi konulardır. Bunun yanında bu problemler şu sorular ile ortaya çıkmaktadır: İslamcılara göre İslamî olan şey, sadece şekille mi sınırlıdır, yoksa ilkeli ve ahlakî midir? Bu algı, insanı yetiştirme üzerine mi kuruludur? Yoksa insana, farklı anlayışlara göre belirli dindarlık biçimlerini dayatarak onu ezmeye mi dayanmaktadır? Bu tecrübeleri değerlendireceğimiz, onları başarılı ve başarısız olarak nitelendireceğimiz kriter nedir?
Dr. Şerif Abdurrahman çeşitli İslamî hareket ve akımların düşünme biçimlerindeki başka bir bilgi problemine işaret etti. Bu problem İslamî hareketlerdeki “kendini gerçekleştiren kehanet” ya da “kehanet ve politika” problemidir. Bu kehanet, ona inananları, onu siyasi hareketlerinin ve gerçekçi seçimlerinin merkezi olarak kabul etmesine itmektedir. Bu, İsrail’i Filistin’in kalbine yerleştirerek, ahir zaman savaşını (armagedon) bir an önce gerçekleştirmeyi amaçlayan Batı’daki Hıristiyan sağına benzemektedir. Dr. Şerif birçok İslamî akımın şu an bu Hıristiyan sağını takip ederek gerçeği değiştirmeye ve gerçekleşmesini bekledikleri belirli kehanetlere uyarlamaya çalıştığını düşünüyor. Bunun bir örneği, Dabık savaşına ahir zaman savaşı olarak giren DAEŞ’tir. Aynı şey beklenen Mehdi olduğunu düşünen Cüheyman el-Uteybî için de geçerlidir. Cüheyman, beklenen Mehdi olduğuna iman ettiği için ölmeyeceğine inanarak ateş hattında yürüyordu. Aynı durum “Siyah bayrak sahipleri” olduklarını düşünen Taliban mensupları için de geçerlidir.
Erkan Araştırma ve Yayın Merkezi araştırma faaliyetlerinin ilki olarak Ocak 2018’de altı gün boyunca, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra İslam dünyasının şahit olduğu iktidardaki siyasî İslam akımlarının deneyimlerine dair araştırma projesi kapsamında Merkezdeki bazı araştırmacıların hazırladığı tebliğleri tartışmak üzere bazı araştırmacı mütefekkir, akademisyen ve araştırmacıların katılımıyla bir seminer düzenledi. Seminer, bu deneyimleri değerlendirme vizyonuna ulaşmak, bu akımların çağdaş dünyada “iktidar”, “devlet” ve “kamuoyu yönetimi politikalarında” “İslamî” referansın uygulanmasında sunduğu örnekleri keşfetmek, bu deneyimlerin neyi başarmak istediğini, gerçekte neye ulaşabildiğini, geçmiş deneyimler ışığında gelecekte neye ulaşmaya çalışacağını ve çeşitli deneyimler arasındaki otak noktaları ve farklı unsurları göstermeyi amaçlamaktadır.
Birinci gün Dr. Nadiya Mustafa, İslamcıların modern devlet yönetimindeki deneyimleriyle ilişkili en önemli fikrî problemleri ortaya attı. Bu problemler, dinî olan ve siyasî olan arasındaki ilişki, davaya ait olan ile siyasî olan arasındaki ilişki, İslamî idarenin çoğulculuğu yönetmesi ve onunla etkileşimi meselesi, İslamî hareketler ile toplumlar arasındaki ilişki, İslamcıların bu toplumlarda İslamî değerleri tesis etme algısı gibi konulardır. Bunun yanında bu problemler şu sorular ile ortaya çıkmaktadır: İslamcılara göre İslamî olan şey, sadece şekille mi sınırlıdır, yoksa ilkeli ve ahlakî midir? Bu algı, insanı yetiştirme üzerine mi kuruludur? Yoksa insana, farklı anlayışlara göre belirli dindarlık biçimlerini dayatarak onu ezmeye mi dayanmaktadır? Bu tecrübeleri değerlendireceğimiz, onları başarılı ve başarısız olarak nitelendireceğimiz kriter nedir?
Dr. Şerif Abdurrahman çeşitli İslamî hareket ve akımların düşünme biçimlerindeki başka bir bilgi problemine işaret etti. Bu problem İslamî hareketlerdeki “kendini gerçekleştiren kehanet” ya da “kehanet ve politika” problemidir. Bu kehanet, ona inananları, onu siyasi hareketlerinin ve gerçekçi seçimlerinin merkezi olarak kabul etmesine itmektedir. Bu, İsrail’i Filistin’in kalbine yerleştirerek, ahir zaman savaşını (armagedon) bir an önce gerçekleştirmeyi amaçlayan Batı’daki Hıristiyan sağına benzemektedir. Dr. Şerif birçok İslamî akımın şu an bu Hıristiyan sağını takip ederek gerçeği değiştirmeye ve gerçekleşmesini bekledikleri belirli kehanetlere uyarlamaya çalıştığını düşünüyor. Bunun bir örneği, Dabık savaşına ahir zaman savaşı olarak giren DAEŞ’tir. Aynı şey beklenen Mehdi olduğunu düşünen Cüheyman el-Uteybî için de geçerlidir. Cüheyman, beklenen Mehdi olduğuna iman ettiği için ölmeyeceğine inanarak ateş hattında yürüyordu. Aynı durum “Siyah bayrak sahipleri” olduklarını düşünen Taliban mensupları için de geçerlidir.
Mithat Mahir, “merci olmak” ve “etkin olmak” arasındaki farkla ilişkili başka bir probleme değinerek yirminci yüzyılın başından sonra İslam düşüncesi sahiplerinin en büyük derdinin, “İslamî bir kaynak” oluşturmak veya bu kaynağın “etkinliğini” ihmal etmekle beraber onu savunmak olduğunu vurguladı. Birçok deneyimin, kaynağını “İslamî” olarak açıklamış olmasına rağmen zayıf, hasta ve kayda değer bir medeniyet katkısı sunmaktan aciz olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte bunlar, İslamî olduklarını iddia etmeye devam etmektedirler. Ayrıca etkinliği olup olmamasına bakılmaksızın bunlara “İslamî” denilmeye devam edilmektedir. Bu da “İslamî referans” ve onun temelden bir insan medeniyeti oluşturma gücü hususunda bir şüpheye sebep olabilir. Dolayısıyla İslam’a ya da İslam’ın kaynaklığına herhangi bir eksiklik atfetmeksizin “İslamî iktidar”ın zayıf deneyimlerini ifade edecek yeni bir kavrama ihtiyacımız var.
Mithat Mahir, İslamî hareketlerin, içinde hareket ettiği bir dizi ikilik bulunduğuna işaret etti. Bu hareketlerin analizi ve incelenmesi sırasında bu ikiliklerin anlaşılması gerekmektedir. Bu ikilikler arasında toplumsal olan ile siyasî olanın ikiliği gelmektedir. Yirminci yüzyıldaki İslamî hareketlerin çoğu toplumsal ve tebliğci/davetçi olarak başlamış fakat daha sonra siyasî çalışmaya dönüşmüştür. Bu şekilde özellikle de davetçi veya siyasî kimliğinde problemlerle karşılaşmıştır. Diğer ikilikler arasında toplumsal problemleri derinden anlamak ile sathî bir şekilde anlamak, bu problemleri aşmada ciddi çözüm ve mekanizmalar ile çözüm ve politikaları bilinmeyen bir vakte erteleyen parlak sloganlar ikiliği, istibdat ve laiklik ikiliği ile öncelikli yüzleşme alanının istibdat ile mi yoksa laiklik ile mi olacağı ikiliği yer almaktadır. Mithat Mahir, tarihi boyunca İslamî hareketin laiklik ile yüzleşmeyi öne alıp istibdat ile yüzleşmeyi ertelediğini, aslında her iki tarafla da yüzleşilmesi gerektiğini çünkü İslam dünyasının karşı karşıya olduğu istibdadın laik istibdat olduğunu belirtti.
Dr. Abdulaziz Kâmil, İslam’ı referans aldığını iddia eden çeşitli deneyimleri değerlendirmede kullanılmak üzere İslam şeriatına ve maksatlarına dayanan “standart bir model”in gerekliliği üzerine konuştu. Bu modelin pratik ve teorik olmak üzere iki yönü vardır. Pratik yönü, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde İslam devletinin ilk deneyiminde ortaya çıktı. Bu model, İslam tarihi boyunca var olan ve devam eden bir model olup ona yakınlığına göre başarı veya başarısızlık meydana geldi. Modernleşmeye, yenilenmeye ve vakıa ile uyumlu hale gelmesi gereken teorik model ise “İslamî proje” olarak adlandırılan şeydir. İstisnasız bütün İslamî deneyimler devlet yönetimi için tam teşekküllü teorik bir İslamî projeye veya tasavvuruna sahip değildi. Bu deneyimler çeşitli araçlarla sadece iktidara ulaşmaya çalıştı. Bunu başardığında da politik, ekonomik, stratejik, askerî vb. çeşitli düzeylerde bütüncül bir şekilde vakıayla baş edemedi.
Dr. Abdulaziz, bu standart modeli oluşturmaya önemli bir giriş olarak çeşitli “İslamî” deneyimler arasındaki ortak paydaları belirlemenin önemini vurguladı. Bu paydaların başında daha önce zikrettiğimiz gibi projenin olmaması, deneyimin etkili medeniyet katkıları sunabileceği olgunluk aşamasına gelmesi için yeterli vakti bulamaması, süresinin kısalığını sonuç veren uluslararası düzeyde ona karşı takınılan tavır ve bu deneyimlerin -İslamcıların bilgisi dahilinde olsun veya olmasın- çeşitli uluslararası güçlerin yararına kullanılması konusu gelmektedir. Birçok durumda bu güçler İslamî hareketleri sopa olarak kullanmakta ve daha sonra onları kırmaktadır.
Deneyimlerin büyük uluslararası güçlerin yararına kullanılması konusunda Dr. Şerif teklif edilen standart modele göre İslamî hareketlerin performansını ve yönetimdeki deneyimlerini değerlendirmek için teorik bir yaklaşım olarak çeşitli hareketlerdeki “manipülasyona açık olma” fikrinin kullanılmasını önerdi. Birçok İslamî hareket ve akım, kendi iradesi ve bağımsız düşüncelerine göre hareket ettiğini zannetmektedir. Fakat aslında hâkim uluslararası güçlerin iradesine göre hareket etmektedirler. Bu durumu, bu hareketlerin performansını ve politikalarını uluslararası ve bölgesel bağlamda derinlemesine incelediğimizde görebiliyoruz.
Dr. Nadiya Mustafa, bu standart model gibi modellerin, herkesin İslamî yönetim algısını birleştirmeyi amaçlamaması gerektiğini belirterek katı kalıplardan kaçınılması gerektiğini söyledi. Hatta tek bir kaynaktan çıkmış olsa bile birden fazla ve farklı algılara sahip olmamız gerekiyor. Bu çeşitlilik memnuniyetle karşılanmalı ve kabul edilmelidir. Dr. Nadiya Mustafa, bu bağlamda farklı “İslamî” deneyimlerin, onları kuşatan çevreye göre yetiştikleri fikrî ve ilmî ekollerin çeşitliliğinden dolayı farklılaştığını belirtti. Örneğin Hindistan, Pakistan ve Afganistan’daki İslamî okulların doğası Türkiye’deki veya Arabistan’daki benzerlerinden farklıdır. Aynı şekilde Arap Maşrık’ındaki okullardan ve Mağrip’teki okullardan farklıdır. Bu nedenle, ülke ve kültür çeşitliliğinden dolayı farklılaşan şer’î okulların doğası, deneyimleri değerlendirmek için en önemli göstergelerden biri olup performanslarını doğru bir şekilde anlamak için en önemli giriş noktalarından biri kabul edilmektedir.
Dr. Abdulaziz, Dr.Nadiya’nın söylediklerini teyit ederek akidede Mâtürîdî, amelde Hanefî olan Diyobend Medresesine bağlı Taliban Hareketi ile Muhammed ibn Abdulvehhab’ın davetinden etkilenen ve çoğu Arap yarımadasından gelen Selefî okuluna bağlı Arap mücahitler arasındaki akidevî ve amelî ayrılığa işaret etti. Akidevî ve amelî bu ayrılığın siyasi ve davetle alakalı seçimler üzerindeki etkisinin en önemli özellikleri arasında Taliban Hareketinin lideri Molla Ömer’in son ana kadar BM’de Afganistan için koltuk talep etmede ısrar etmesi, dengeli dış ilişkiler kurmaya ve kendilerine uygulanan uluslararası tecridi kırmaya çalışması geliyor. Bu konu, uluslararası meşruiyeti ve mevcut uluslararası düzen çerçevesindeki doğal siyasi süreçlerdeki davranışı reddeden birçok cihatçı tarafından eleştirildi.
Bu noktada Dr. Abdulaziz, sosyal bilimler araştırmacılarının farklı İslamî akımların deneyimleri ve entelektüel hareket noktalarıyla ilgili bu gibi etkileşimleri anlamalarını sağlayacak yeterli dinî ve şer’î kültüre sahip olmalarının önemine değindi. Araştırmacı, bu kültür olmadan, bu akımların davranışlarını anlayamaz veya şer’î terimleri, fıkıh ilimleri ve ilkeleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan bunları uygun bağlamlara yerleştiremez. Bu da gerçekle ilgisi olmayan çarpık analizleri sonuç verecektir.
Dr. Şerif ise Taliban Hareketinin fikrî oluşumu ve diğer İslamî hareketlerden farkı konusunda başka bir değişkene değindi. Taliban Hareketi devletin gölgesinde ve desteğiyle ortaya çıktı. Kanunun egemenliği gibi modern devlet kavramlarının aynısını taşıyan ulusal çerçeveden ayrılmadı. Dolayısıyla Taliban Hareketinin fikirlerinde, özellikle de “hicret” ve “öncülük” vb. İslamî hareketlerde yaygın olan kavramların yeniden yorumlanması ile ilgili olarak, bu “devletçiliğin” ortaya çıkışının bir etkisi olduğu görülüyor. Belki de tanınan uluslararası çerçevelere “karışma ve erimede” büyük bir sorun görmemektedirler. Bu ise şimdiye kadar kendisiyle müzakere edilmesinin ve radikalleşmeden siyaset yapmasının sebeplerinden birisidir.
Buna karşılık Dr. Nadiya, Afganistan’ın geleneksel anlamda modern bir ulus-devlet olarak kabul edilmesine itiraz etti ve Taliban’ın ulusal bağlamdaki ortaya çıkışı ve bunun, Hareketin fikrî oluşumu üzerinde etkili olduğu konusunda Dr. Şerif’e katılmadığını belirtti. Mithat Mahir de Taliban’ın dış politikasındaki ana eğilimin, uluslararası meşruiyet bağlamında siyasete değil, çoğunlukla güce dayanan çatışmacı bir yaklaşım olduğunu belirtti. Bunun yanında Taliban ile El Kaide arasındaki büyük uyumdan dolayı Taliban, El Kaide’nin uygulamalarına tahammül etti ve El Kaide olan bağını sürdürmede ısrarcı oldu. Bununla birlikte Dr. Mahir, Dr. Nasr Ferid Vasıl ve Dr. Yusuf el-Kardâvî’nin Afganistan ziyareti ve Taliban liderleriyle görüşmelerinden sonra söylediklerini delil göstererek Hareketin akılcı bir şekilde müzakere ve siyaset yapmaya hazır olduğunu inkâr etmedi. Dr. Nasr Ferid Vasıl ve Dr. Yusuf el-Kardâvî, Afganistan dönüşlerinde uluslararası toplumu, Taliban’a karşı sabırlı olmaya davet ederek Taliban liderlerinin diğer cihatçı akımların aksine bir dereceye kadar fikrî dengeye sahip olmalarından dolayı müzakere ve mutabakata hazır olduğunu vurguladılar. Ayrıca politikalarındaki çatışmacı yönelimin, aslında onlara karşı takınılan uluslararası hasmane tutumdan kaynaklandığını belirttiler.
Dr. Muhammed Vefik Zeynülabidin ise Taliban deneyiminin başlangıcı ile sonunun aynı olmadığını, olgunluk göstergelerinin zaman içinde politik ve sosyal performansı ve algıları üzerinde ortaya çıktığını belirterek “ona fırsat verilseydi kısa süreli iktidarı süresince ortaya koyduğu deneyimden çok farklı bir model sunabileceğini” söyledi. Dr. Şerif Abdurrahman da düşürülen çoğu deneyimin, başarısız oldukları için değil, başarılı olma ihtimallerinden dolayı düşürüldüğünü söyledi.
Suudi Arabistan örneğiyle ilgili olarak Dr. Nadiya Mustafa, gelişiminin ilk aşamalarının, tartışmanın başlangıcında gündeme getirilen ve davaya ait olan ile siyasî olan, siyasî ve askerî güç ile dava ve dinî akım arasındaki ilişki, hangisinin hedefleri ve çıkarları için diğerini kontrol edeceği ve kullanacağı konularında düşünmeye ittiğini belirtti. Suudi Arabistan, Vehhabî-Suud ittifakı ile ortaya çıktı. Bu ittifakın gelişmelerinin çeşitli devrimsel ve ıslahatçı hareketlerdeki davetle ilgili olan ile siyasî olan arasındaki ilişkinin yapısı üzerinde çok önemli etkileri vardır. Bu da bize en rasyonel modelin, davetin devletin kurumları ve birimleri tarafından kontrol edildiği yöntem değil, davetin devletin elinden kurtulduğu ve toplumun bizzat etkileşim içinde olmasını ve âlimleri kontrol etmesini sağlayacak güce ulaştığı model olduğunu göstermektedir.
Bu bağlamda Mithat Mahir, devrimler yoluyla davetleri için devlet kurmak isteyenlere İbn Haldun’un yönelttiği sert eleştiriye işaret ederek bunların sadece halkı harekete geçirdiğini, ülkeyi ve insanları yok eden tehlikeli yüzleşmelere attığını vurguladı.
Dr. Şerif Abdurrahman da Dr. Azmi Bişare’nin “laiklik dinin devletten ayrılması değil, dinin devletin kontrolü altına girmesidir” şeklindeki sözüne işaret etti. Bu, dinin devletten ve kurumlarından kurtulma sürecinin bir anti-seküler bir süreç olduğu anlamına gelmektedir. Ayrıca dine yardım adı altında bile olsa onu devletin kontrolü altına almanın ve başlangıçta bunu uygulamanın, dinin devlete hâkim olmadığı, bilakis devletin din adına konuştuğu ve onu tekeline aldığı bir tür sekülerleşmeyle sonuçlanması demektir.
Dr. Nadiya, Suudi Arabistan modelinin bizleri uluslararası güçlerin, İslam ve çeşitli İslamî projelere ilişkin tavrı hakkında düşünmeye sevk ettiğini belirterek Batı’nın İslam’la savaşmaktan ve modern dünyada İslamî devlet biçimlerinin ortaya çıkmasını önlemekten başka bir derdi olmadığı efsanesini yok ettiğini söyledi. Aksine bu, Batı’nın kendisini sivil, politik veya askeri olarak tehdit etmediği ve Batı’nın, dünya üzerindeki kontrolünün devam etmesine hizmet için kullanabildiği sürece İslamî projeleri kabul edebileceğini ve hatta destekleyebileceğini kanıtlamaktadır. Hatta Batı destekli bu modeller, bunun da ötesine geçerek Türk modeli gibi güven kazanmak, daha açık ve demokratik İslamî modeller sunmak isteyen diğer İslamî modellere karşı kendilerini savunmaktadırlar. Bu durum, Suudi Arabistan modelinin Mısır ve Arap baharı ülkelerinde ortaya çıkan siyasî İslam modellerine karşı tutumunda açıkça ortaya çıktı.
Dr. Abdulaziz Kâmil, “modeli devirmek” sorununa işaret ederek büyük güçlerin belirli bir İslamî modeli engellemeye çalışırken maddi güçle onu devirmeden önce tıpkı Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi coğrafi sınırlarının dışında örnek alınacak bir model olma imajını bozarak ve taraftar kazanmasını engelleyerek bir “model” olarak onu devirdiğini belirtti. Büyük ihtimalle Suudi Arabistan’ın misyonu uluslararası açıdan sona erdi. Çeşitli uluslararası ve yerel güçler şu anda onu devirmeye ve diğer modellerle değiştirmeye çalışmaktadır. Bu yolda iş, iktidardaki Suud ailesinin bu modeli tamamen değiştirmeye hazırlık olarak onunla veya onun bazı tezahürlerine savaş açmasına kadar vardı. Dr. Abdulaziz, Arap Baharının başarısızlığa uğratılmasından sonra “siyasî tasavvuf” olarak adlandırabilecek alternatifi canlandırma girişimleri olduğunu düşünüyor. Bu model, uluslararası ve bölgesel olarak yeniden canlandırılıyor. Görünüşe göre Suudi Arabistan da buna katkı sağlayacak. Bu modelin en belirgin özelliklerinden biri, Türkiye’deki başarısız darbe girişimiydi. Bu darbe, İslam dünyasında “siyasî tasavvufun önünde geniş bir kapı açacaktı.
Mithat Mahir, “Vehhabi Çağrısı”nın krizleri hakkındaki konuşması bağlamında, belirli bir kurucusu olan tüm modern İslamî çağrıların, bu kurucunun takipçilerinin dini anlamada ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğuna değindi. Takipçiler, kurucunun tüm dinî, medeniyetsel ve politik sorulara cevap verdiğine inanmaktadırlar. Bu yüzden fikirleri -ve daha sonra hareketleri- bu kurucunun fikirleriyle sınırlı kalmakta, bu fikirler yeterince eleştirilmemekte, yenilenmemekte ve üzerine yeni bir şey inşa edilmemektedir. Vehhabî Selefilik, medeniyete ve siyasete dair soruları Muhammed ibn Abdulvehhab’ın dinî sözleriyle cevapladığında bu hataya düştü.
Ayrıca Mahir Mithat ve Dr. Nadiya, etkililik probleminin Suudi Arabistan modelinin ortaya koyduğu en önemli sorunlardan biri kabul edildiğini belirtti. Bu model, uzun yıllardır devam etmesine rağmen “insan inşa etme” ve bilime hizmet etme düzeyi ile siyasi ve ekonomik olarak bağımsız olan bir Müslüman ülke modeli sunma konusunda herhangi bir medeniyet katkısı sağlamamıştır. Bu model “bir aile krallığı” kurduğu kadar “devlet” kurmamıştır. Aynı şekilde Suud ailesinin krallığını kurma örneği, içeriden çok dışarıya bakmaktadır. Bu durum, bu deneyimin etkinliği ve medeniyete katkısı üzerinde önemli bir olumsuz etki meydana getirmiştir. Hatta Suudi Arabistan krallığını, “bağımlılık içinde boğulmuş bir İslamî model nasıl inşa edilir?!” sorusuna yeterli cevaplar veren bir model olarak düşünmek mümkündür.
***
İkinci gün Dr. Ahmet Tihâmî, İslam dünyasındaki yeni bir probleme dikkat çekti. Bu problem, İslam dünyasında -hepsi olmasa da çoğu- milli kurtuluş hareketlerinin -daha sonra çeşitli referanslar benimsemiş olsa da- İslamî arka plandan gelmesidir. Dr. Ahmet, Fetih hareketinden ve ilk yıllarında Müslüman Kardeşler’den etkilenmesini örnek verdi. Aynı şekilde Mısır’daki Özgür Subaylar hareketi de devrilmeden önce Müslüman Kardeşler’den büyük oranda etkilenmişti.
Dr. Tihâmî, Türkiye’deki “İslamî” deneyimin çıkış yapısı bakımından diğer tüm deneyimlerden ayrıldığını belirtti. Necmettin Erbakan, İslam dünyasındaki diğer İslamî hareketlerin kurucuları gibi dinî bir kişilik değildi. Bilakis hareketinde ağırlıklı olarak kalkınma ve geleneksel parti kaygılarının yanı sıra tarikatlardan, özellikle de Nakşibendi tarikatından kazandığı muhafazakâr dini eğitime bağlılığından yola çıktı. Nakşibendi tarikatı genel olarak Türk halkı için tek dini eğitim kaynağıdır. Bu da bu deneyimin ülke yönetimiyle alakalı meselelerde ve kalkınma alanlarındaki başarısını açıklayabilir.
Bu bağlamda Dr. Muhammed Vefik, Türkiye’deki İslamî hareketin yaygın tasavvuf kültürünü nasıl kullandığını sorguladı. Türkiye’deki İslamî hareketin, mevcut dindarlık modelinden hareket ettiği, İslam dünyasının çoğu ülkesinde diğer İslamî hareketlerin yaptığı gibi ona saldırmadığını ve kendine has dini bir model sunmadığını söylemek mümkündür. Bu da kitlelerin bu harekete katılmasını ve dinî alanda kargaşa ve endişe kaynağına dönüşmemesini kolaylaştırdı.
Dr. Tihâmî Türkiye ve Mısır arasındaki ilişkide pek çok kimsenin fark etmediği coğrafi bir boyut olduğunu belirti. Dr. Tihâmî bu boyutun Türkiye’nin Doğu Akdeniz bölgesinde Mısır’ın kuzey sınırlarını temsil etmesi olduğunu ve iki ülke arasında iş birliği gerçekleşirse -geçmişte Kızıl Deniz bir Arap gölü olduğu gibi- Akdeniz’in bir İslam gölü haline geleceğini söylemenin mümkün olduğunu söyledi.
Şeyma Bahâüddin ise Türkiye tecrübesini öne çıkaran diğer bir unsura değindi. Bu unsur hareketin, üyelerinin, özellikle de gençlerin becerilerini geliştirmelerini sağlayan yerel kalkınma ve siyasi çalışmalara önem vermesiyle ilgilidir. Bu kişiler daha sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’ni yönetti ve Türkiye’de kapsamlı bir reform süreci başlattı. Bu konu, Arap dünyasındaki çoğu İslamî akımların içinde bulunan gençlerde olduğu gibi gençlerin sadece toplumsal liderler ve halkı heyecana getiren hatipler olmalarını değil, devlet adamı olmalarını sağlayacak yönetim ve genel politika oluşturma düzeylerindeki becerilerinin geliştirilmesi konusunun önemine dikkatleri çekti.
Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı sistemine geçişi ve diktatörlük halinin devam etmesi konusundaki endişelerle ilgili olarak Müsteşar Muhammed Naci Derbâle, üçüncü dünya ülkelerindeki cumhurbaşkanlığı sisteminin yolsuzluk ve siyasi diktatörlüğün kaynağı olduğunu ve 2012 yılındaki anayasa kurucu konseyindeki üyeliği sırasında parlamenter sistemin kabul edilmesi için çok mücadele ettiğini belirtti. Fakat bu adım, askeri konseyin, başta İhvan-ı Müslimin olmak üzere ana siyasi güçlerle cumhurbaşkanlığı sistemi üzerinde anlaşmasıyla sonuçsuz kaldı. Aynı şekilde diğer partiler de Mısır’daki Nil’e bağlı tarım hayatından kaynaklanan “Asya üretim modeli” veya “Doğu istibdadı” olarak adlandırılan şeye göre Mısırlıların kalbinde merkezi iktidar fikrini yerleştirmek için parlamenter bir sistem fikrini anlayamadılar.
Güç kullanımına dayalı “İslamî” iktidar deneyimlerinden biri olarak Hamas’ın deneyimleri ile ilgili olarak Dr. Tihâmî, silahlı hareketin, kontrol ettiği bölgede varlığı ve toplumsal desteğinin büyüklüğü ile ilgili önemli bir konuya değindi. Örneğin 2006 parlamento seçimlerine göre Hamas’ın Batı Şeria’da aldığı destek, Gazze Şeridinden daha güçlü olmasına rağmen, İsrail için Batı Şeria ve Kudüs’ün hassas bölge olması, Hamas’ı Batı Şeria’dan silmeye ve bu amaç için bütün gücüyle Fetih hareketini desteklemeye itti. Buna karşılık Gazze Şeridinin İsrail için daha az önemli olduğu düşünülüyor. Bu noktadan hareketle çeşitli uluslararası ve bölgesel güçlerin çıkarları göz önüne alındığında, İslamcıların kontrol ettiği coğrafi bölgelerin doğası konusuna dikkat edebiliriz.
Aynı bağlamda, Dr. Tihâmî, Hamas’ın Gazze Şeridi’ni yönetme deneyiminden kaynaklanan büyük bir soruna işaret etti. Bu problem, belirli bir coğrafi bölgeyi kontrol eden silahlı güçlerin Şeriat hukukunun tam olarak uygulamasına ilişkindir. Çünkü çeşitli hareketlerin şeriat hükümleri ve bunların toplum ve devlette uygulanması meselesiyle ilgili yorumları ve vizyonları farklılaşmaktadır. Aynı şekilde bu konudaki uygulamaları da farklıdır. Bu farklılığa göre, bir yandan uluslararası düşman güçlerin, diğer yandan Selefî ve diğer dinî güçlerin tavırları da farklılaşmaktadır. Gazze Şeridinde had cezası uygulamayan Hamas hareketi gibi Şeriatın uygulamasına ilişkin daha açık kavramları benimseyen deneyimler, çok ağır eleştirilere ve saldırılara maruz kaldı. Bu Selefî hareketler, birçok defa Gazze içinde Hamas’a askeri saldırıları düzenledi. Buna mukabil Şeriat hükümlerinin daha açık ve meydan okuma şeklinde uygulanması meselesi, uluslararası müdahaleyi, medya saldırısını ve Taliban örneğinde olduğu gibi uluslararası sivil toplum çevrelerini etkileme yeteneğini kaybetmeyi gerektirmektedir. Belki de bu tür problemlerin fikrî ve ideolojik kontrolü konusu, birçok mütefekkirin çabalamasını gerektiren büyük bir araştırma sorusudur.
Aynı şekilde bu tür hareketler, kendilerini yeniden tanımlayarak temelde işgali kaldırmayı amaçlayan silahlı mücadele projesine sahip bir direniş hareketi mi, yoksa iktidara ulaşmayı amaçlayan kalkınma projesine sahip siyasi bir hareket mi olduklarını açıklığa kavuşturmalıdır. Bu belirleme, bu hareketlerin uygulamalarının ve bunların sonuçlarının değerlendirilmesine, bu ikilik açısından bu hareketlerin konumuyla ilgili mevcut belirsizlik durumunun aksine daha geniş surette onları anlamaya yardımcı olacaktır.
Müsteşar Muhammed Naci Derbâle, konuyla ilgili yaptığı yorumda Taliban ve Hamas hareketlerinde olduğu gibi, silahlı grupları çevreleyen şiddetli bir savaşın gölgesinde silahlı gruplar eliyle ortaya çıkan “İslamî” yönetim deneyimlerinin doğasıyla ilgili başka bir soruna değindi. Bu deneyimleri, bu hareketlerin sahip olduğu siyasi ve toplumsal güçleri, normal bir devletteki hâkim elitlere dönüştürme yoluyla “devlet” kurma manasındaki saf “yönetim” deneyimleri şeklinde nitelemek mümkün değildir. Bilakis bu deneyimler, geçicilik ve mevcut savaşların sonuçlarını bekleme vasfının galip geldiği, bir şekilde yalnızca halkın yaşamlarını “yönetme” deneyimleridir. Muhammed Naci Derbâle bu problemin, bu hareketlerin deneyimlerini ve iktidardaki uygulamalarını anlama ve politikalarını yorumlamayla ilgili hâkim bir nokta olarak kabul edildiğini vurguladı.
Dr. Tihâmî ise siyasi tutumların şer’î açıdan temellendirilmesi problemini ortaya attı ve siyasi eylemin doğasına göre değişen bazı durumlara kutsallık atfeden bu temellendirmenin ne kadar gerekli olduğunu sorguladı. Bu durum, siyasi ortamın değişmesiyle bu tutumların değişmesinde keskin bir tezat oluşturmakta ve din için siyaseti kullanma konusunda harekete yönelik suçlamalara sebep olan yeni bir şer’î temellendirme gerektirmektedir. Bu, Hamas’ın Oslo anlaşmasının gölgesinde 1996 seçimlerini boykot etme tavrını çevreleyen şer’î dairede ortaya çıktı. Buna karşılık Hamas aynı anlaşmanın devam ettiği 2006 yılında seçimlere girdi. Bu, Hamas ve İslamcıların 1996’dakine kıyasla meşru olarak yönetime dahil edilmelerine izin verecek şekilde 2006’daki siyasi ortamdaki değişimden kaynaklandı. Bu durumda siyasi tutumun şer’î açıdan temellendirilmesine ne gerek var? Eğer bir neden varsa, bu temellendirmenin özellikleri ne olmalıdır ve sınırları nelerdir?
***
Üçüncü gün, Tunus’taki En-Nahda deneyiminin tartışılması, sömürgeden sonra tarihi gelişim benzerliğinin yanı sıra Mısır ve Tunus’taki bağımsızlık şartları, siyasi ve toplumsal hareketlerin dönüşümünün benzer olmasından dolayı bütün siyasi ve toplumsal düzeylerde her iki ülke durumundaki benzerliğin doğası bir tartışmaya sebep oldu. Dr. Muhammed Vefik, bu benzerliğin antropolojik boyutlarla ve her iki halkın psikolojik oluşumuyla ilişkisi ve her iki ülkenin tarihsel gelişimlerinin benzerliğindeki rolünü sorguladı. Bu bağlamda Dr. Ahmed Tihâmî, iki halk arasındaki insicam ve Mısır’da Tunus’tan daha yüksek oranda Hıristiyan bulunması hariç kabile ya da mezhepsel eğilimin çok fazla bulunmaması yönündeki benzerliğin yanı sıra hem Mısır hem de Tunus’ta tarihî olarak merkezi devletin devam etmesi hususundaki benzerliğin, Mısır ve Tunus’taki İslamî hareketler arasındaki ilişki üzerinde etkisi olduğuna işaret etti. Tunus, İslamî hareket içinde özellikle de Seyyid Kutup’tan etkilenen Mısır İhvan’ı modelini benimsemek gerektiğini düşünen akım ile Malik bin Nebi’nin fikirlerinden hareket eden özel bir Tunus veya Mağrip modeli oluşturmaya çalışan başka bir akım arasındaki iç çekişmeye tanıklık etti. Mithat Mahir, Malik bin Nebi’den etkilenen bu akımın Ezherli hocalardan, özellikle Şeyh Muhammed Gazali ve Dr. Yusuf el-Kardâvî’den de etkilendiğini belirterek Tunus’taki İslamî hareketlerde Mısır’ın etkisi hiç kesilmediğini söyledi.
Mithat Mahir, Mısır ve Tunus’taki iki İslamî hareket arasındaki karşılıklı etki hakkında konuşurken Arap Baharından sonra Tunusluların kararlarını vermek için kasıtlı olarak Mısır’ın bir adım arkasında gelerek olayların nereye evrileceğini beklediklerini belirtti. Raşid Gannuşi’nin 15 Ağustos 2013’te yani Mısır’da Rabia meydanındaki gösterilerin dağıtılmasından bir gün sonra laik akım ile uzlaşı adımlarını atmaya başlaması bunu göstermektedir. Nahda hareketi, liderlerin onu dikkate almaları ve başarısız olmaları durumunda geri çekilmelerini gerektiren karar almadaki etkili, aktif ve güçlü kuralları ile öne çıktı. Hareket ayrıca Mısır’daki İslamcıların başarısız olduğu siyasi bir ittifak kurma sanatında mahirdi. Bunun yanında kargaşa dönemlerinde öfkeyi soğurmak için doğru zamanlarda taviz vermeyi bildiler. Mısır İslamcıları ise bunu yapmadı.
Mithat Mahir ayrıca Araplık ve İslam arasındaki ilişki meselesinde Maşrık düşüncesine nazaran Mağrip siyasal düşüncesini öne çıkaran hususa işaret etti. Mağrip milliyetçilerinde Arap milliyetçiliği, aynı zamanda İslam’a bağlılık anlamına gelirken Arap milliyetçileri çoğu zaman İslam’ın olmadığı bir milliyetçilik çağrısında bulunmaktadırlar. Araplık ve İslam arasındaki ilişki krizi, Maşrık dışında görülmez.
Aliya İzzetbegoviç dönemindeki Bosna-Hersek modeli, bağlamdan bağlama ve deneyimden deneyime değişen yeni bir “Devletin İslamîleştirilmesi” sorusunu ortaya attı. Mithat Mahir, İzzetbegoviç’in temel İslamî çağrısının, bağımsız bir ulus-devlet olarak Bosna devletinin bağımsızlığına kavuşması olduğunu belirtti. Bu çağrı görünüşte milliyetçi olsa da Müslüman olmayan bir Avrupa ortamında medeniyet ve varlık çöküşünün gölgesinde varlığı korumak ve kimliği yenilemek için alan vermek gibi meseleleri içeren bir İslamcılık kavramını barındırıyordu.
Bu düşünceyi tamamlamak adına Dr. Muhammed Vefik, İzzetbegoviç’in fikirleri ile devlet yönetimindeki pratik deneyimini birbirinden ayırmak gerektiğini belirtti. Çünkü yönetimdeki uygulamalarını, kitaplarında ifade ettiği İslamî fikirlerine göre değerlendirmek mümkün değildir. Vakıa, İzzetbegoviç’e kitaplarında, özellikle de “İslam Deklarasyonu” kitabında ortaya koyduğu düşünceden farklı, gerçekçi siyasi bir proje dayattı. Dr. Muhammed, İzzetbegoviç deneyiminin uluslararası boyuta sahip bir Bosna ordusu oluşturmasının ortaya koyduğu önemli bir yöne işaret etti. İzzetbegoviç, Arap mücahitleri Bosna askeri sistemine entegre etmeyi başardı. Bu da ona direnişte büyük bir güç ve cesaret verdi.
Mithat Mahir, İzzetbegoviç’in icraatlarında “Doğu Batı Arasında İslam” adlı eşsiz kitabından hareket ettiğini düşünüyor. Bu düşünce, İslam’ın her şey olduğu koşullarda ve çok zor şartlarda Müslümanın onu yaşayabilmesini sağlamaktadır. Ayrıca İslamî inanç ve değerleri sunması, gayrimüslimler tarafından kabul edilmekte ve Müslümanlar İslam’ın güzelliğini hissetmektedirler. Bu fikirleri, büyük bir yetenek ve güçle, içinde olduğu vakıa ile başa çıkmasını sağlayan büyük bir kapsayıcı güce sahipti. Kendisi ve başkaları arasındaki ortak değerleri, gerçekçi bir siyasi ve sosyal proje etrafında toplanmalarını sağlayacak disiplinli göstergelere dönüştürmeyi başardı. Mithat Mahir, değerler fikri, onların nasıl aktif hale getirileceği ve farklı iki taraf arasındaki ortak çalışma için kavram çerçeveleri oluşturmadaki önemini incelemeye önemli bir giriş olarak Dr. Seyfettin Abdulfettah’ın “Değerlere Giriş” kitabının önemine işaret etti.
***
Dördüncü gün İran modeli, “vasıfla eşleşme” meselesiyle ilgili başka bir problemi ortaya çıkardı. Dr. Şerif Abdurrahman, ortaya çıkan bu deneyimlerin yalnızca İslamî referanstan geldiğini ya da kamu işlerini yönetmede İslam’ın değerlerini uygulamaya çalıştığını söylemenin ötesinde kendilerini, “İslamî” vasfını gerçekleştiren tek taraf olarak gördüğüne ve İslam bayrağını yükselten diğer proje ve deneyimleri yıkmanın bir sebebi olduğuna işaret etti. Örneğin İran İslam Cumhuriyeti, “Büyük Şeytan” olarak adlandırdığı ABD ile ittifak halinde Taliban’ın “İslamî” deneyiminin çöküşünün önemli bir nedeniydi. Bu çelişki, üzerinde düşünmeyi gerektiren bir araştırma sorunu olarak kabul edilmektedir. Dr. Şerif, İran’ın hem İsrail hem de ABD ile arasındaki zahirde görünen anlaşmazlıklardan dolayı İran’ın, Batı’nın egemen uluslararası sistemine yapısal bir muhalefet sunduğunu söylemenin mümkün olmadığını belirtti. Bununla birlikte bu anlaşmazlıkların, arkasında gizli manipülasyon ve iş birliği saklayan tiyatrolar oldukları da söylenemez. Doğru olan, bu farklılıklara, anlaşmazlığın çeşitli derecelerine göre ve bu anlaşmazlıkların ne kadar derin olduğuna, yüzeye ne kadar yakın ve uzak olduğu açısından bakmaktır.
Dr. Şerif, Suudi Arabistan deneyimi gibi İran deneyiminin de ülke dışında ortaya çıktığını ve ülke dışında ortaya çıkmasının şimdiye kadar devam etmesini sağladığını belirterek dışarının bu deneyimi devirmek istediği zaman bunu başaracağını söyledi. Dr. Şerif, aynı durumun, bütün İslamî yönetim deneyimleri için geçerli olduğunu ve dışarısı bu deneyimleri çıkarlarıyla karşılaştığı zaman devirmeyi başardığını kaydetti.
Katılımcılar arasından bir araştırmacı, bu söylemi yorumlayarak uluslararası bağlamda desteklenen veya kullanılan bazı deneyimler olduğunu fakat bunların daha sonra zamanla, varlığı Batı’nın çıkarlarını bir dereceye kadar tehdit etse bile düşürülmesinin zor olduğu bir güce ve sağlamlığa ulaştığını belirterek Türkiye deneyiminin buna çok iyi örnek olduğunu söyledi. Dr. Şerif büyük güçlerin, halkların psikolojisinin dizginlerine sahip olduğunu ve çıkarları doğrultusunda medya aracılığıyla harekete geçirebildiğini veya sakinleştirebildiğini belirtti. Bununla birlikte Dr. Şerif, bu devletlerin mutlak güce sahip olduğunu düşünmememiz gerektiğini belirterek kâinatın nihayetinde değişmez yasalara tabi olduğunu söyledi.
Dr. Şerif, İran deneyiminin “trajedi ve siyaset” sorununu gündeme getirdiğini belirtti. Trajedi, bunu benimseyen kişilerin kendilerine ait bağımsız bir siyasi varlık talep etmek için dayandığı tarihî adaletsizliktir. İsrail’in “Holokost” konusunda dayandığı şey budur. İran Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinde ve Şia’nın uğradığı tarihî baskıda buna dayanmaktadır. Buradaki sorun, trajedi sahiplerinin telafi edici genişlemeden memnun olmamalarıdır. Bunlar, trajedilerinin, elde ettikleri herhangi bir tazminattan daha büyük olduğunu düşünürler ve kendilerine karşı çıkanları yutuncaya kadar her zaman daha fazlasını talep ederler.
Müsteşar Hasan er-Reşîdî, Arap devrimlerinden sonra Arap ülkelerinde İran deneyimine bakıştaki genel değişime dikkat çekti. Daha önce sadece Selefiler, itikadî sebeplerden dolayı İran’a karşı iken ve açıkça İsrail’e karşı duruşunda ona destek vermezken İslamî akım ve hareketlerdeki büyük kesimler, İran’ın Suriye devrimine karşı politikalarındaki mezhep boyutu ve Irak, Yemen ve diğer bölgelerdeki rolleri ortaya çıktıktan sonra onu olumsuz bir rol olarak görmeye başladılar. Bu da bizi “İslamî” yönetim modeli için bölgesel politika modeli ve bu politikaların birçok Arap ve İslamî çevrede bir “model” olarak görülen deneyim üzerindeki etkisi üzerinde düşünmeye iten bir konudur.
***
Beşinci gün Mali’deki Ensâru’d-din grubu deneyiminin Tuareg kabileleri ve dilleri Berberice etrafında odaklanmaları üzerindeki konuşmalar, İslamî referansı benimseyen yönetim deneyimlerinde “kültürel ve antropolojik boyutlara” dikkat çekti. Dr. Huriye Mustafa, bu boyutlara dikkat etmek ve onları “İslamî” yönetimin farklı deneyimlerini incelemeye giriş noktalarından biri olarak görmek gerektiğini belirtti. Çünkü bu deneyimlerin çoğu ideolojik bağlantılardan çok, özünde ırk, kabile ve kültürel meselelerle bağlantılıdır. Örneğin Mali’deki Tuaregler, Amaziğ dilini konuşmakta, kendileri ile diğer bölgeler ve etnik yapılar arasındaki kültürel engelleri sağlamlaştırmak için onu korumaktadırlar.
Bu bağlamda katılımcılar arasından bir araştırmacı, sömürgeciliğin, sömürgecilikten bağımsız olan ülkelerde bu kültürel krizlerin tohumlarının ekilmesindeki rolüne dikkat çekti. Büyük sömürgeci güçler, Afrika’nın en fazla miktardaki kaynağını kontrol etme rekabeti esnasında sömürge topraklarını bölerken ırksal ve kültürel uyum konusunu dikkate almadılar. Bu yüzden “ulusal” devletler şemsiyesi altında uyumsuz farklı kültürel ve ırksal yapılar bir araya geldi. Bu devletler, uluslararası toplumun kültürel ve ırksal büyük farklılıklara bakmaksızın tanıdığı toprak, halk ve hükumetten oluşuyordu. Bu da bu devletlerin istikrarını, bağımsızlığını ve kalkınmasını imkânsız hale getirecek bir özelliğe sahiptir.
Somali’deki İslamî Mahkemeler deneyimi hakkındaki konuşmalar sırasında devletten bağımsız geleneksel toplumsal etkileşimler konusuna ve özellikle de hükumetlerin çökmesi ve ülkenin karmaşaya düşmesi durumunda yeni yönetim deneyimleri oluşturmadaki önemine dikkat çekildi. Dr. Huriye, Somali’deki İslamî Mahkemeler’in, Siad Barre rejiminin çöküşünden sonra Somali kabileleri arasında sıkıyönetimin geri dönüşü olgusunu temsil ettiğini söyledi. Sınırlı yerel kabile seviyelerinde başlayan bu geri dönüş, kaosa sürüklenen Somali’nin tüm bölgelerini kapsayan yeni bir yönetim sistemi kurmanın çekirdeğiydi.
Bu noktada Dr. Muhammed Vefik, birçok deneyimin tartışılmasından çıkarılabilecek bir kurala atıfta bulunarak belirli bir örgütsel grubun veya düşünce ağlarının toplumsal rolünün yüceltilmesinin, genellikle bu grupların ve ağların, yüceltilen toplumsal etkinliğine göre doğrudan siyasi bir rol alma talebine yol açtığını belirtti. Bu kural, Somali kabileleri ve geleneksel sistemleri ile iş birliği içinde şer’î ilimler öğrencileri tarafından başlatılan İslamî Mahkemeler deneyiminde açıkça ortaya çıktı.
***
Altıncı günde, Sudan deneyimi hakkında yapılan konuşma, halkın dindarlığı ve İslamcıları iktidara getirme ve orada kalmalarını sağlamadaki rolünü gündeme getirdi. Bir katılımcı Sudan halkının büyük oranda dinine bağlı olduğunu ve bunun, iktidara ulaşma ve onu etkileme çabalarında İslamcıları destekleyen toplumsal halk tabanı sağlamada bir rolü olduğunu belirtti. Dr. Huriye Mustafa ise kolay bir şekilde farklı halklara “dindarlık” atfetmemek gerektiğini belirterek böyle bir ifadenin, belirli kriterlerle yapılan bilimsel bir karşılaştırma gerektirdiğini, bu standartların yerden yere ve fikrî yönelimden diğerine göre farklılık gösterdiğini söyledi. Örneğin Mısır ve diğer ülkelerde dindar kişi, kadınlar için başörtüsü ve peçe, erkekler için cellabiye (kandura) ve sakal gibi İslamî giyim tarzını benimseyen kişidir. Buna karşılık bu görüntüler genellikle Sudan’da bulunmaz. Çoğu Sudanlı kadın, önceki görüşe göre yeteri kadar dindarlık ölçütü kabul edilmeyen “Sudan elbisesi” giymektedir. Diğer taraftan Sudan dindarlığının baskın özelliği, manevi yönlere önem verdiği kadar dış görünüşe önem vermeyen tasavvuftur.
Bu bağlamda Dr. Muhammed Vefik, siyasi konum ve vizyonlarını sağlama almak için halkların “dindarlaşmasına” dayanan İslamî akımların birçoğunun düştüğü büyük bir probleme işaret etti. Dr. Vefik bu görüşün çok yanıltıcı olduğunu vurguladı. Dr. Vefik dindarlık ölçütlerinin ve örüntülerinin ülkeden ülkeye değişim gösterdiğine işaret etti. Örneğin Türkiye dindarlaşması, Maşrık ülkelerinde gördüğümüz dindarlıktan farklıdır. Bu dindarlık, Sudan dindarlığına benzeyen tasavvuf dindarlığıdır.
Dr. Vefik, çeşitli biçimleriyle İslamî referansı benimseyen akımların birçoğunun, seçimlere giren parti deneyimleri veya bütünleşik devletler ve krallıklar deneyimleri veya silahlı isyan hareketleri deneyimleri ile iktidara gelmeyi başarsa da, siyasi, toplumsal, ekonomik ve askeri gibi çeşitli seviyelerde kamuoyunu yönetme politikaları düzeylerinde “kurumsal performans” konusunda başarısız olduğunu ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra bu deneyimlerin “İslamî” bir iktidar ve kamuoyu yönetim modeli sunamadığını belirtti.
Yorum Yap